Mehmet Uluğ bizimle...
📋23.10.2018 | Sevin Okyay | Birgün
Bu yıl Akbank Caz Festivali’ne istediğim kadar gidemedim. Kaçırdığım için dertlendiklerim olacaktır mutlaka. Ama geçen yılın aksine bu sefer “Dizim ağrıyor, belim ağrıyor” gibisinden bütün şikayetlerimi yok sayarak Mehmet Uluğ gecesine gittim ki, ne kadar sevinsem azdır.
Üstelik de bu yıl “Mehmet’le aynı yerdeyim” duygusuna ek olarak, daha önce programa bakmadığım için (Aydın Esen ve Can Kozlu isimleri bana yetmişti) haberim olmayan bir de sürpriz vardı programda: Can Kozlu ile Theron Patterson’ın yönettiği, bir saatlik George Garzone belgeseli: Let Be What Is / Bırak, Olacağına Varsın. George’un ilk İstanbul yolculuğu ile başlıyordu. 1993’teki bu yolculuğu ve Akbank Caz Festivali’ndeki konserini öyle iyi hatırlıyorum ki! Ona duyduğumuz hayranlığı ve Mehmet, Cem ve Ahmet’in heyecanını da…
Sonra 2012’de Ocak’ta da haberimiz olmayan bir Can Kozlu-George Garzone konseri var. Hemen şu araya kısa bir de Can Kozlu bilgisi sıkıştıralım. Müziğe altı yaşında piyanoyla başladı. Sorbonne’da ekonomi ve CIM Müzik Okulu’nda iki yıl boyunca caz teorisi dersleri aldı. Sonra da Berklee Müzik Akademisi’nde vurmalı çalgılar üzerine yoğunlaştı. Kendisini davulcu olarak hayli dinlemek nasip olmuştu. Ama bu konser kaçmış işte, yazık! Neyse, “Let Be What Is” epeyce açığımızı kapadı. Yaş icabı, ilk konseri izleyen seyirci olarak da bir tek ben mi kalmışım ne?
George Garzone içinse bir saksofon ustasının, Brecker Kardeşler’den Michael Brecker dediklerini tekrarlamak isterim: “Ben saksın üstadı değilim. O üstat, George Garzone’dir.” Ayrıca Garzone, emsalsiz icracılığına taş çıkartacak mükemmellikte de bir eğitimci. Joe Lovano ise onun bugün dünya sahnesindeki en çok görülen, duyulan, saygı uyandıran saksofonculardan ve eğitimcilerden biri olduğunu söylüyor. “Müziğe adamış kendini ve çevresindeki herkese sürekli ilham kaynağı oluyor, ben dahil.”
Tunçel Gürsoy ile birlikte (Cazkolik Radyo, Evde Çalamadıklarım) sahnenin dibindeki yerimize yerleşip (ayrı ayrı gelsek de, yan yana oturma ricasında bulunmuştuk), belgeseli, sonra da Can Kozlu ile fevkalade Aydın Esen’in klavye-davul paslaşmasını izledik. Esen, “Mehmet hep burada!” ile özetlenebilecek anmalarla Mehmet’i sahiden aramıza getirdi. Kısaca müsaade rica ettiler ama, geri sadece Aydın Esen döndü. Bu sefer davulda Volkan Öktem ve basta SeLKA ile. Esen’i dinlemek benim için hep çok heyecan verici olmuştur. İlk dinlediğimde o sınırsız enerji beni öyle çarmışptı ki, kalp krizi geçiriyorum sanmıştım.
Lafın kısası, bir kere daha Mehmet Uluğ’u anmak için Babylon’da bir araya geldik. Hep aynı sevgiyle. Aynı, tıpkı Mehmet’in bütün bu faaliyet başlamadan, Babylon yoktan var edilip Pozitif kurulmadan önce nasıl bir insansa, son ânına kadar öyle kalması gibi. Hepimiz onun ardından duygularımızı ifade etmeye çalıştık. Ama ben en çok Naim Dilmener’in dediklerini sevmiştim. Onu da alıntılayıverelim öyleyse:
“Sayıları giderek azalan ‘insan’ gibi insanlardandı. Birlikte uzun yıllar çalıştım ve bu yıllar boyu, işe de/çalışana da yaklaşımına şahit oldum; hem gayet profesyonel hem de dost ve arkadaştı…. Bu memleketteki her müzik tutkununun üzerinde hakkı vardır; hayatlara renk ve anlam katma krallarından biriydi.”
Festivalin yirminci yılında Mehmet ve Cem Yegül ile Tünel’deki House Cafe’de bir söyleşi yapmıştık. “Her şeyden önce peşinen söyleyeyim: yirmi yılı aşkın süredir tanışıyoruz,” demişim. Akbank Caz’dan önce, bir “dinleyici isteği” nedeniyle tanışmıştık çünkü. Onlar henüz Baro Han’daki yazıhanelerindeydi. Cheb Haled’i getirirler mi diye ricaya gitmiştik. Hey gidi günler hey!